Akupunktur – Ozon – Mezoterapi – Proloterapi

slayt-1
slayt2
slayt3
slayt4
slayt-5
slayt-6
slayt-7
previous arrow
next arrow

Obsesyon

Aşırılaşmış kaygı halinin, obsesyon dahil olmak üzere bilinç durumunun bozulmadığı psikolojik sorunların hemen hemen tümüyle ilişkisinin olduğu gerçektir.

Takıntı diye de bilinen bir hastalıktır. Kontrol edilemeyen fikir ya da yanlış olduğu bilindiği halde düzeltilemeyen düşünce olarak tanımlanır. Eğer bu düşünceyi gidermek için eylem de üretmeye başlandıysa artık obsesyona ek olarak bir kompülsiyon durumu ortaya çıkmıştır. Yani obsesif-kompülsif bir rahatsız vardır.

Örneğin, ellerinizi yıkadığınız halde temiz olmadığı düşüncesine kapılmanız bir “obsesyon”dur. Ellerinizi tekrar yıkamanız ise “kompülsiyon”dur. Ocağın altını kapattığınızı hatırladığınız halde “Ama kapatmamış da olabilirim!” düşüncesi yine obsesyona, ocağı kontrol etmek için yeniden harekete geçmeniz ise kompülsiyona örnektir.

Her ne kadar psikolojide “Obsesyon kişideki kaygıyı artırır. Kaygı ise kopülsiyonlara neden olur.” denilse de, kaygı mı obsesyonu tetikler, obsesyon mu kaygıyı; kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Hatta son yıllarda obsesyonun bir kaygı bozukluğu olduğuna yönelik bildiriler bile vardır bilimsel yayınların arasında. Henüz uzmanlarımız obsesyon-kaygı ilişkisinin sırası konusunda tamamen uzlaşmış olmasa da aşırılaşmış kaygı halinin, bilinç durumunun bozulmadığı psikolojik sorunların hemen tümüyle ilişkisinin olduğu da gerçektir.

Buna dair birkaç örnek sıralayacak olursam obsesyonun onlarca türü, anksiyete, panik bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu gibi psikolojik problemlerle, ileri düzeydeki kaygı durumunun doğrudan ilişkisi vardır. Sedef hastalığı, mide yakınmaları, bazı astım türleri, migren, bazı alerjik deri rahatsızlıkları gibi psikosomatik sıkıntılarda ise bu ilişki dolaylıdır.

Diğer taraftan, birçok psikolojik sorunun altında yer alan kaygı duygusunun hayatımızın içerisinde önemli bir yeri de vardır. Eğer kaygı olmasaydı cazip bir manzara karşısında tereddüt etmeksizin kendimizi uçurumdan aşağıya atabilirdik. Kaygının varlığında bile insanları isteyerek ya da istemeyerek zaten yeterince incitiyorken yokluğu durumunda ilişkilerin kurulması imkansız olurdu. İlişkideki küçücük bir problem nedeniyle incitmek bir tarafa, ilişkiyi koparıp atardık endişemiz olmasaydı.

Yani endişe etmeye elbette ihtiyacımız var; gerçekten yeri geldiğinde kaygılanmak son derece sağlıklı bir durumdur. Ancak kaygı, hayatımızın içerisinde bizi yöneten değil, tedbir aldıran bir mevkide olmalı. Onun alemimizdeki konumu üst düzey bir yöneticinin danışmanı gibi olmalı. Ancak, danışmanlıktan çıkıp yetkileri eline alarak bizi yönetmeye kalkmamalı. Yönetici ise danışmanı tarafından yönetilen kukla durumuna düşürülmemeli.

Dr. Mehmet Salih Özaytürk