Hani bir türkü vardır ya: “Eski yâr şöyle dursun, Can kurban yeni yâra…” İşte bu türkü bana teknoloji devrinin özeti gibi gelir.
Hani bir türkü vardır ya:
“Eski yâr şöyle dursun,
Can kurban yeni yâra…”
İşte bu türkü bana teknoloji devrinin özeti gibi gelir. Bir türkü sözlerinin zihnimin labirentlerinde neden böyle uzak ve tuhaf bir çağrışıma yol açtığına gelince; anlatayım:
19. yüzyılın ortasından itibaren gelişen teknoloji ve ürettiği imkanlar 20. Yüzyıla damgasını vurdu. Bu mekanik devrimden şüphesiz bilim de, bilimin ana kollarından biri olan tıp da nasibini aldı. Hatta sağlık alanı teknolojinin en verimli (!) alanlarından biri haline geldi ve gelmeye devam ediyor.
Teknolojinin tıp alanındaki hikayesi, yakından bakmadığınız sürece başarıdan başarıya koşan ve kahramanlıklarla dolu parlak bir serüven hikayesidir. Oysa aynı zamanda bu serüven, bedeli ödeyenlerin seslerinin kısıldığı, çoğunluğunun zaten hayatta fazla kalamayarak hak aramaktan da mahrum kaldıkları bir hikayenin özetidir.
Bir hikaye olmaktan öte tarihi bir gerçek olan bu serüvenin karanlık ayrıntılarına ışık tutacak trajik olaylardan birini anlatayım:
‘X ışınlarıyla tedavi edilen guatr hastaları’nı.
70’li yıllarda X ışınlarının sağlık alanında kullanılmaya başlanmasından hemen sonra, tiroid bezleri normalden büyük olan guatr hastaları X ışınları ile tedavi edilmeye başlandı. X ışını öldürücü bir ışındı. Guatr hastalığında da tiroid bezi hücreleri normalden fazlaydı ve bu yöntemle azaltılabilirdi. Hastalar bu gerekçeyle X ışını tedavisine alındılar. Başlangıçta genellikle olduğu gibi işler iyi gitti. Hastaların büyümüş tiroid bezleri X ışınlarının ölümcül gücüne dayanamayarak hemen küçüldü.
Aradan 10-15 yıl gibi bir zaman geçti. Geçen bu süre korkunç bir gerçeği gözler önüne serdi. Hastalar bu sürenin sonunda önlenemez bir tiroid büyümesiyle karşılaştılar. Yapılan araştırmalar trajik gerçeği fısıldamakta gecikmedi: Hastaların guatrı yenilememişti gerçi, ama bu sefer tirod bezleri kanser üretmişti. Tiroid kanseri gibi bir sonuç beklenmedik bir durum olduğu için teşhis gecikmiş ve hastaların bir çoğunun hastalığı vücutlarına yayılmıştı. Büyük bir çoğunluğu için ise iş işten geçmişti. Kanserli hücreler beyinlerine sıçramış olanların sayısı azımsanmayacak düzeydeydi. Haliyle o dönemin imkanları içerisinde pek birşey yapılamadı…
Ve hastalarına büyük bir güven ve gururla X ışınlarını tavsiye eden hastaneler ve personelleri, sessizce çark ettiler bu sunumlarından. X ışınlı cihazlar ise, genellikle koridorların sonlarındaki üzerinde ‘Dikkat X Ray!’ yazan izolasyonlu alanlara çekildiler.
Hastaneler kazandıkları servetlerle yeni oyuncaklar aldılar kendilerine.
Ne de olsa,
“Eski yâr şöyle dursun”du.
“Can kurban yeni yâra!”
Onlar yollarına yeni malzemelerle devam ederken bedeli en ağır biçimde, gencecik yaşlarında toprağa düşenlerle, onların ardından çaresizce bakanlar ödedi. Ödedikleri bedel için hiçbir şey de ödenmedi onlara. Ödenebilir miydi, o da ayrı mesele ya!
Aynı dönemin ürünü olan teknolojik mamaların biyolojik anne sütünün yerine konuluşunun hikayesini ve olayın dramatik serüvenini bir önceki makalede anlattığım için anımsatıp geçiyorum.
X ışınları trajedisinin sonrasında malzemeler değişse de yöntem hiç değişmedi. X ışınlarının yerini yeni ürünler, eskinin kibirli duruşlarının yerini yeni sevecen sunumlar aldı sadece.
2000’li yılların başında başka bir yaygara koparıldı.
Genetik kopyalama yöntemleri, koyun Doly falan derken ölümsüzlüğe de ramak kalmıştı hani. Hatta basın dünyasının kibirli baronları tarafından bu durum “Ölümün ölümü!” olarak bile ilan edilmişti. Ancak atlanan milyon yıllık bir gerçek tüm hülyaları alt üst etmek için beklemedeydi. Koyun Doly’nin ruh dünyasına girip kendisini nasıl ve ne olarak histtiğini çözümlemek mümkün değildi belki. Ama, tek yumurta ikizleri genetik olarak tümüyle birbirin aynısıyken, kendilerini tek kişi gibi hissetmiyorlardı işte! Fizik olarak, genetik olarak, tepkisel ve dürtüsel olarak, daha bir çok şey olarak bir diğerinin aynısı da olsalar, kişi olarak, ‘ben’ olarak birbirlerinden bir o kadar ayrılardı.
Yani ‘kibirli ölümlü’nün göğüs dokusundan alınan bir hücrenin yeniden kendisini oluşturması, böylece Doğu’nun mistik ‘re-enkarnasyon’unun teknolojik Batı versiyonu olan bir ‘re-entübasyon!’un hayalleri de suya düştü gitti. Ölüm yeniden dirilmişti yani.
Bu arada bir kaç uyanık kendilerini yaşlılık yıpratmadan ve yakalamadan sıvı nitrojenin derin soğuğuna teslim etmişlerdi bile. Teknoloji yeterince gelişip de, hücrelerinden yeniden kendilerinin üretilmesi için serinkanlılıkla bekleyeceklerdi.
Teknoloji mi onları aldattı, yoksa onlar mı aldanmak istediler, bilemiyorum. Bildiğim birşey varsa, o da bir daha asla ‘uykuya dalan o’ olarak uyanamayacaklarıdır. Hücresel düzeyde canlı olsa bile, bütünsel anlamda ‘cansız’ bedenleri ise bu durumun anlaşılacağı bir zaman için bekletiliyor, ne yazık ki…
Dr. M. Salih Özaytürk